İlkokul üçüncü sınıfta babam beni dedemlerin köyündeki okula yazdırmıştı. Çocuk yaşta böyle bir değişim kolay değildi. Okul değişse alışılırdı, ama öğretmen ve aile de değişince güven duygum sarsıldı. Bir anda elimde hiçbir dayanak kalmamıştı.
Yeni öğretmenime kızıyordum. Çünkü eski öğretmenimi elimden almıştı. İçten içe onu sevmek istiyor, ama bu sevginin önceki öğretmenime ihanet olacağına inanıyordum. İkilemim büyüyor, sessizce acısını yaşıyordum.
Okulun bahçesi rengârenk çiçeklerle doluydu. Öğretmenimiz onlara ayrı ayrı özen gösterir, koparmadan da sevmenin mümkün olduğunu öğretirdi. Çiçeklere zarar vermeden sevebilmek… Belki de öğretmeni sevebilmek için de aynı işaretti bu.
Otorite kurmak istese yapardı ama hiç korkmadık ondan. Köyde herkes onun adaletine inanır, her durumda yanında dururdu. Öğrenciye yanlışın özgürlük olmadığını hissettirirdi. Dışarıda bile gördüğümüzde saygımızı eksiksiz gösterirdik. Bazen kulağımızı çekerdi ama bilirdik ki aynısını kendi çocuğuna da yapardı. Bu yüzden o küçük cezaların bile şefkatten doğduğunu anlardık. Yavaş yavaş babam kadar değerli oldu gözümde.
Ama bu sevgiyi kendime itiraf etmem bir olaya dayanır.
Bir yaz günü, annem tarafından akrabamızın küçük kızını akrep soktu. Henüz küçücüktü, acıdan kıvranıyordu. Babası İbrahim Dayı fakirdi. Ne hastane parasını karşılayacak gücü vardı, ne de arabaya mazot koyacak. Bütün köy toplandı. Herkes yardım etmek isterdi ama yardım da bir yük demekti. İstesen mahcup olurdun, istemesen vicdan azabı.
İbrahim Dayı köyün en sessiz, en masum adamıydı. Evi köyün aşağısındaydı. Keçileri vardı, çocukları her gün ormana otlatmaya götürür, akşam geri getirirdi. Sessizliği garibanlığından beslenirdi.
Çocuğun hali çok fenaydı. Köylü göz ucuyla öğretmenime bakıyordu. Ne yapılacağını en iyi onun bileceğini herkes biliyordu. Ben de ondan gözümü ayıramıyordum. Birden taksici Mehmet’e, “Arabayı çalıştır,” dedi. Tam o sırada, kimsenin görmediği bir şeyi gördüm. Öğretmenim gizlice İbrahim Dayı’nın cebine para sıkıştırdı. Dayı gözleri dolarak engellemeye çalıştı. Göz göze geldiler. O kısa bakışta minnet, mahcubiyet, gurur, mecburiyet, kabulleniş hepsi vardı. Bir tek ben fark ettim. O an hâlâ zihnimde bir fotoğraf gibi durur. Meğer insanlar sadece bakarak da ne çok şey söyleyebilirmiş.
Araba köyden hızla uzaklaştı. Ne yazık ki küçük kız yaşamadı. Acısını bırakıp gitti. Ama o gün içimdeki ikilemi yendim. O gün öğretmenimi bir kez değil, bin kez daha sevdim.
Ve o gün anladım: öğretmenlik sadece ders anlatmak değildi. İnsan hayatına dokunmaktı. Bir hayatı kurtaramasa bile bir yükü hafifletmekti. Belki de bu yüzden yıllar sonra ben de bu mesleği seçtim.
Yalçın KIR
Uzunca bir ot… İncecik ama ucundaki püskülü oldukça sağlam. Çocuklar bu otu yerdeki deliklere sokup çıkarırdı. Bir süre sonra ot bir şeye takılır ve geri gelmezdi.
“Çekilin, geliyor!”
Bütün çocuklar otlarını ellerinde sallayarak koşturur, kenara geçip merakla beklemeye başlarlardı. Delikteki otu tutan çocuk var gücüyle çeker, simsiyah bir kuyruklu —akrep— dışarı fırlardı. Ardından bu kez taşların altındaki sarı kuyruklular bulunmaya çalışılırdı. İşin bundan sonrası tam bir vahşet olurdu. Çocuklar akrepleri birbirine saldırtır, onlar da fıtratları gereği ölesiye kavga ederlerdi. Biri hareketsiz kalıncaya kadar süren bu dövüşlerde kazanan bile fazla yaşamaz, kısa sürede aldığı zehirli darbelerle o da ölürdü.
Bu tatsız eğlence bittiğinde ineklerini köyden 9-10 kilometre uzaklıktaki dereye doğru sürerlerdi. Her yerden cırcır böceklerinin sesi gelirdi. Öyle ki ormanın koyulaştığı dar yerlerde kimse birbirinin sesini duyamazdı. Sabah başlayan yolculuk, dereye ininceye kadar sürerdi.
İnekler kana kana su içip gölgeliğe yatarlar ve 2-3 saat kalkmazlardı. Bu süre çocuklar için büyük bir eğlenceydi. Bu dere, derin gölleriyle ünlüydü. Hele “Kazan Büğet” adı verilen göl vardı ki anlatmakla anlaşılmazdı. Adını geniş dipli kazandan almıştı; dibe doğru genişleyen bir yapısı vardı. Söylenene göre dibi de yoktu. Derinlerde deniz kızları yaşar, gölün dibine dalanı yakalar ve geri bırakmazlardı.
Büyükler çocukların bu gölde yüzmemizi istemezlerdi. Gel gör ki çocuklar bu yasağı pek umursamazlardı. En büyük eğlenceleri gölün şelalesinden koşarak atlamaktı. Havada geçirdikleri o birkaç saniye bağımlılık yapar, saatlerce tekrar tekrar atlarlardı. Bu eğlenceden yorgun argın eve dönen çocuklar yemeklerini yedikleri gibi köy meydanındaki büyük dut ağacının altına koşarlardı.
Neredeyse her akşam köyün gençleri kahve önünde toplanır, müstehcen hikâyeler anlatırlardı. Çocukların ilgisini çeken ise hep göl muhabbetleri olurdu. Hele Kazan Büğet hikâyeleri… İnekleri oraya götürmeye iki haftada bir kez izin verilirdi. Üstelik gölde yüzmek de yasaktı, çok tehlikeliydi. Bir keresinde bir çocuğun orada kaybolduğunu anlatırlardı. İşte bu hikâye burada başlıyor.
Bir gün yine bu dut ağacının dibindeki sohbetlerin birinde Mehmet Abi birden, Kazan Büğet’in dibini bulmak için atlayacağını söyledi. Bir sessizlik oldu. Çekirgelerin sesini dinledik. Herkes Mehmet Abi’ye bakıyordu. O ise kararlı görünüyordu. O güne kadar hiç kimse böyle bir cesaret gösterememişti. Üzerine daha fazla konuşulmadı. Müstehcen hikâyeler araya karıştı. Bizim içinse zaman durmuştu çoktan. Kazan Büğet'in bir dibi olabilir miydi?
Gece uyumadan önce bunu düşünmüş, bu düşüncelerle uykuya dalıp gitmiştim. Bütün gece rüyamda Kazan Büğet ve deniz kızlarıyla ilgili rüyalar görmüştüm.
Sonraki gün çocuklarla tek konumuz buydu. Ya Mehmet Abi'yi deniz kızları yakalarsa! Ya ölürse! Çok seviyordum onu, farklıydı. Çocuklara iyi davranırdı. Gerçekten böyle bir şeye cesaret edebilir miydi? Bütün gün akşam olmasını iple çektik. Akşam ise doğruca dut ağacının altına koşturduk. Mehmet Abi tekrardan Kazan Büğet'ten bahsedecek miydi? Bahsetmese bile soracaktım.
Dut ağacının dibinde yine eğlenceli, kahkahalı bir muhabbet vardı. Herkes çok eğleniyordu. Mehmet Abi'ye baktım. Hiç korkuyor gibi görünmüyordu. Nasıl olabilirdi ki bu? Sohbetin sakinleştiği bir anda Mehmet Abi’ye sormaya cesaret ettim.
“Gerçekten Kazan Büğet’in dibini bulmak için atlayacak mısın?”
Mehmet Abi birden kafasını çevirip bana baktı.
“Evet, bulacağım,” dedi.
“Ya ölürsen?” dedim.
Güldü: “Yok yahu neden öleyim?”
“Ama şimdiye kadar kimse dibini bulmaya çalışmadı.”
“İyi ya, ilk ben bulurum. Hem kimse cesaret edip dibini bulmaya çalışmadı ki.”
“İyi ama orada ölen çocuklar varmış.”
Bir süre sustu. Sonra dut ağacının dallarına bakarak, “Köylüler böyle hikâyeler uydurmaya bayılır,” dedi.
“Korkmuyor musun?”
“Korkuyorum tabii. Korkmadığını söyleyen yalan söyler.”
O an gülümsemiyordu. İlk kez onun korktuğunu fark ettim.
Sonraki günlerde çocuklarla tek sohbetimiz buydu. Mehmet Abi gerçekten bunu yapacak mıydı? Günler böyle geldi geçti. Köyde işlerin bittiği zaman gençler hep beraber Kazan Büğet'e giderler bir süre yoğun çalışmadan kaynaklı yorgunluklarını atarlardı. İşler bitmişti.
Bir hafta kadar sonra gençler göle gitme kararı aldı. Heyecandan uyuyamaz olmuştuk. Gidecekleri gün biz de inekleri aynı yöne sürdük. Gölün uğultusu kulaklarımdaydı. Korkunç ve esrarengiz canavar. Çeşit çeşit oyunlarla vakit geçirdik. Akrep dövüştürdük. Öğlen ineklerimizi Kazan Büğet'e doğru sürdük. İnekler dereye indiğinde hemen gölgelik bulup yattılar ve geviş getirmeye başladılar.
Doğruca göle koşturduk. Mehmet Abi ve diğerleri oradaydı. Atlayacağı yeri gösteriyordu: Şelalenin sağındaki, 9-10 metre yüksekliğindeki bir tümsek. Koşup baktım. Korkunç görünüyordu. Başım döndü. Çınar ağacına yaslanıp izlemeye başladım. Birkaç arkadaşı tehlikeli olabileceğini söyleseler de Mehmet Abi donuk gözlerle tümseğe bakıyordu. Kararını çoktan vermişti. Ağır adımlarla tümseğe doğru çıkmaya başladı. Ben de hemen yanındaydım. Onunla beraber yürüyordum. Mehmet Abi yapmasan mı diyebildim tedirgin bir sesle ama cevap vermedi. Yürümeye devam etti.
Mehmet Abi tümseğe çıktı. Kalabalık sessizleşti. Çocuklardan biri bağırdı:
“Atlıyor!”
Herkes nefesini tuttu. Mehmet Abi bir süre boşluğa baktı. Dünya durmuş gibiydi. Herkes susmuştu. Azgın şelalenin sesi cırcır böceklerinin sesiyle karışıyordu. Çukurova’nın sıcağı bu derenin dibinde bile kendini hafifçe hissettiriyordu. Mehmet Abi birden kendini boşluğa bıraktı. Bir kuş gibi süzüldü. Suya demir bir gülle gibi girdi. Göl köpürdü, kabardı. Milyonlarca kabarcık sudan dışarıya fırlıyordu. Korkunç görünüyordu. Sonra sessizlik…
Hemen saatime baktım. Saniyeleri saymaya başladım. Zaman geçmiyor gibiydi. 30 saniye geçti. 40 saniye geçti. Çocuklar mırıldanmaya başladı. Arkadaşlarının yüzüne baktım. İfadesizdi ama henüz panik belirtisi de yoktu. Zaman geçmeye devam ediyordu ve artık bir buçuk dakikayı geçmişti. Arkadaşları da kıpırdanmaya başlamışlardı. Çocuklar ağlıyordu. Panik herkesi sarmıştı. Arkadaşları korkmaya başladı ama ellerinden de bir şey gelmiyordu. Kimse göle girmeye cesaret edemiyordu. Hoş, girseler de ne yapabilirlerdi ki?
Artık iki dakikadan fazla olmuştu ve ümitler kesilmiş gibiydi. Ben mutlak bir dikkatle artık durulmuş olan suya bakıyordum. Bir iz, işaret görmeyi umuyordum. Hafif dalgalanan su ve kırılan ışık aklımla oyun oynuyordu. Bir şey gördüğümü sandığım hemen seferinde bir ışık oyunu olduğunu anlıyor, ümitsizce göle bakmaya devam ediyordum. Tam o sırada suyun altında bir parıltı gördüğümü sandım. Emin olmaya çalışıyordum. Çok derinlerde bir şey yukarıya doğru geliyor gibiydi. Deniz kızı mıydı?
“Gördüm!” diye bağırdım.
Herkes suya baktı. Çocuklar ağlamayı bırakmışlardı. Mehmet Abi gölün üzerine çıkmıştı ama baygın gibiydi. Arkadaşları hemen göle atlayıp dışarıya çıkardılar. Hareketsizdi. Sağ avucu sıkı sıkıya kapalıydı. Kalbi atıyordu. Nefes de alıyordu. Gözlerini hafifçe araladı ve sıkıca kapalı elini havaya kaldırdı. Avucunda çamur vardı.
“Kazan Büğet’in dibi varmış…” diye fısıldadı bir çocuk.
Yalçın Kır
Küçük bir çocuktum. Dedemin iki katlı evinde hayatımın en güzel zamanlarını yaşıyordum. Evin önündeki dut ağacının gölgesinde geçen çocukluğumu, bugün bana vaat edilecek hiçbir çocukluğa değişmem. Dedemin anlattığı bilinmez zamanlara ait hikâyelerle dolu olurdu kafamın içi. Bugün, toplanmadığı için çardağa düşen olgun, şıralı dutların cazibesine kapılan sinekleri bile özlemekten kendimi alamıyorum. Dedem, dut ağacı, ekmek, soğan, yılan. İşte o günden kafamın içinde kalan kelimeler.
Çukurova'nın amansız sıcağının bir lanetidir yılanlar. En meşhur efsaneleri bile yılanlarla ilgilidir. Şahmaran hikâyeleri hepimizi büyülerdi. Çukurova’nın dağ köylülerinin yılanlarla yazılmamış anlaşmaları var gibiydi. Gerçi anlaşma demeye de bin şahit gerek. Bu anlaşmada yılanın üzerine düşen şey, köye, özellikle de eve gelmemek; köylülere düşen ise yaşam alanına girmeyen yılanı öldürmemek. Bu yazılmamış anlaşmanın bazı ritüelleri de vardı. Her nasılsa yılanların sosyal yaşamına ve ahlak anlayışlarına dair derin bir bilgiye sahipti köylüler. Mesela yılanların kaç tane eşi olduğunu herkes bilirdi. Tahtalı’da dedemin anlattığı Şahmaran masalları öylesine ayrıntılı ve tanıdıktı ki çocukların o hikâyeleri gerçek sanmaması düşünülemezdi.
Bir sabah erken saatte korkunç bir gürültüyle yatağımdan fırladım. Ses Tahtalı’dan geliyordu. Seğirttim. Tahtalı’nın kenarına ben düşmeyeyim diye dedemin çaktığı salmalara tutunup aşağıda toplanan kalabalığa bakmaya başladım. Evin önündeki dut ağacının dibinde kıvır kıvır kıvranan dev gibi bir yılan gördüm. Baş ucunda da onu tüfekle vurmuş olan amcam duruyordu. Amcalarım ve dedem yılanın etrafında toplanmış öylece ölmüş yılana bakıyorlardı. Yılanlar hemen ölse de kuyrukları bir süre kıvır kıvır kıvrılmaya devam edermiş. Tabii küçücük çocuğum, bunu bilemem. Ben birazdan canlanıp dedeme ve amcalarıma saldırabileceğini düşünüp buz gibi olmuştum korkudan.
Yılan töreyi bozmuştu. Eve gelmemeliydi. Eğer bir yılan eve gelmişse vurulur! Öyle de olmuştu. Bir süre daha baş ucunda beklediler. Komşulardan tüfek sesine gelenler oldu. Yılan öyle büyüktü ki duyan geldi. Kısa zaman sonra köylüler her yeri sarmıştı. Tahtalı’da benim yanımda duran çocuklarla beraber kalabalıkta konuşulanları duymaya çalışıyorduk. “Dev gibi,” diyordu biri. “Bunun eşi gelir,” diyordu başka biri. Bir uğultudur devam ediyordu.
Dedem amcama başıyla bir talimat verdi. Amcam koşturup bir kazma aldı ve bir çukur kazmaya koyuldu. Yarım metreden daha derin bir çukur kazıp yılanı içine attılar. Dedem birden bana dönüp, “Ebene söyle, ekmekle soğan göndersin, al gel,” dedi. Gittiğimde ebem ekmekle soğanı çoktan hazır etmiş, benim gelmemi bekliyordu. Hemen alıp koşa koşa dedemin yanına indim. Öyle hızlıydım ki Tahtalı’dan nasıl indim hatırlamıyorum. Kalabalık dağılmaya başlamıştı bile. Geriye sadece çocuklar ve amcamlar kalmıştı. Dedem ekmek ve soğanı da yılanın yanına atıp üzerini toprakla sıkıca kapattı. Sonra da üzerine bir taş koydu. Anlamaz gözlerle bir dedeme, bir taşa bakıyordum. Dedem merakımı anlamış olacak ki, “Gel, sana bir hikâye anlatayım,” dedi ve beni kucağına alıp Tahtalı’ya çıkardı. Amcamlar aşağıda kendi aralarında başka bir meseleyi konuşuyorlardı artık. Yılanı çoktan unutmuşlardı.
Dedem Tahtalı’daki köşesine oturup beni de kucağına aldı:
“Hadi sor soracağını.”
Dedemin benim soru soracağımı bilmesine şaşırmıştım ama üzerinde çok durmadım. Dedem pek çok şeyi biliyordu. Şahmaran devrinde yaşamıştı. Kafdağı’nda geçen masalları, Keloğlan masallarını, Karabıyık efsanesini biliyordu.
Evet Karabıyık. Öyle güzel bir hikâyeydi ki… Neyse, hemen toparlanıp dedeme sordum:
— Neden ekmekle soğan attın yılanın mezarına?
— Bak oğlum, derler ki yılanların yedi tane eşi olurmuş. Eğer bu eşlerden biri kaybolursa diğer eşler onu aramaya çıkarmış. Kokusundan yerini bulur ve gömülü olduğu çukuru açarlarmış. Eşlerinin gözüne bakıp onu kimin öldürdüğünü görürler, öç almak için o gördükleri kişinin peşine düşerlermiş. Bir tek şartla öç almaktan vazgeçerlermiş. Eğer ki eşleri olmamaları gereken bir yerde yakalanmış ya da birinin malını çaldığı için öldürülmüşse, kazdıkları çukuru kapatır, yollarına devam edip giderlermiş. İşte biz bu sebeple o yılanın çukuruna ekmek ve soğan attık. Gece eşi gelip çukuru kazdığında ekmek ve soğanı görüp öç almaktan vazgeçsin diye.
— Ama çalmamıştı, değil mi?
— Eve gelmemesi gerekirdi. Bir yılan bir kere eve gelirse artık her zaman gelir. Geceleri evin içinde gezip hem aşımızı yer hem bizi sokar.
— Eşleri gelir mi gece?
Dedem endişemi hemen anlamıştı.
— Merak etme oğlum, eşlerinin kusurunu anlayıp geri dönerler. Yarın gidip mezara bak, eğer taş kaldırılmış ve mezar tekrar kazılıp örtülmüşse, öçlerinden vazgeçmişler demek.
O gece hiç uyuyamadım. Annemin koynunda sabahladım. Sabah ilk işim koşup Tahtalı’dan aşağıdaki mezara baktım. Gözlerime inanamadım. Mezarın üzerindeki taş bir kenara itilmiş, mezar kazılıp tekrar örtülmüştü. Bu öç almaktan vazgeçtikleri anlamına geliyordu. Öyle rahatladım ki Tahtalı’da dedemin köşesine kıvrılıp uyuyakaldım. Kaç zaman uyudum bilmem. Amcamlar tarladan dönmüşlerdi. Annem de uyandırmamıştı. Başımda bir el hissettim. Gözümü açıp baktığımda dedemin o kocaman gülümsemesiyle bana baktığını gördüm. Bu gülüş beni her zaman sakinleştirirdi. “Gördün mü oğlum, öç almaktan vazgeçmişler,” dedi. Hemen kalkıp kucağına oturdum. Başımı tam kalbine yasladım. Kalp atışlarını dinledim.
O zamanlar gerçek olduğunu sandığım bu hikâye, bugün sandığımdan çok daha gerçek görünüyor gözüme. Dedem öğüt vermezdi. Bunun bir masal olduğunu, gerçek olamayacağını, korkmamam gerektiğini de hiç söylemedi. Bana o gün öyle bir şey öğretti ki bugün bile hâlâ, bir parça ekmek ve bir parça soğanla gömülmekten korkarım.
Henüz on bir on iki yaşlarında çocuklardık. Yaz ayları ve yıldızlar iç içe geçmiş iki özlem. Biri diğerinin habercisi gibi. O sıcak günlerde, dedemin damına serdiğimiz yatakta gökyüzündeki yıldızları izlerken bu galaksiye neden Saman Yolu dediklerini o kadar rahat anlayabiliyorduk ki… Daha önce biri akıl etmemiş olsa kesin biz takardık bu ismi çocuk akıllarımızla. Sanki gökyüzü samancısı ineklerini yıldızlarla besliyormuş gibi. Yıldızlardan şekiller icat edip hayal dünyamızın dibini bulmaya çalışırdık.
Etrafa dökülüp saçılmış milyarlarca yıldız… Çocukluğumun en güzel anılarını sıkıştırdığım yıllar. Her günün gecesi ayrı, sabahı ayrı neşeliydi. Gece boyunca gökyüzünü seyreder, en küçük amcama yüz milyonlarca soru sorar, abuk sabuk hayaller kurardım. Korkunç hikâyeler dinlemek en büyük eğlencemdi. Ne var ki aynı hikâyeler yüzünden dışarıda olan tuvalete tek başıma gitmeye de korkardım. Bazen de dedemin dizi dibinde eski zamanlara ait hikâyelere dalar giderdim.
Elektrik olmadığından mı, yoksa yılların alışkanlığından mı hatırlamıyorum, ocaklığın başında dedemin diktiği çıranın çıtırtıları eşlik ederdi bu sohbetlere. O günlerden kulağımda kalan ve en sevdiğim hikâyelerden biri de Karabıyık adlı bir eşkıyanın hikâyesiydi. Eskiden orduda subay olan Mehmet adlı bu kişi bazı ailevi meselelerden ötürü ordudan firar edip dağa çıkmış, yöre zenginlerinin başına bela olmuş. Dedem, dinleniyor olmanın verdiği hazla öyle güzel anlatırdı ki hikâyelerini…
Karabıyık sıradan bir eşkıya mıydı, yoksa gerçekten fakir fukara dostu muydu bugün bile bilemiyorum. Dedemin anlattığı şekli hatırlamak için araştırmaya bile çekiniyorum. İlerleyen zamanlarda bu eşkıyaya ait duyduğum hikâyeleri de yazmak istiyorum. Bugün bile benim için sevginin en somut hâlidir dedemin köyü.
Sabah erkenden kalkan köyün çocukları, ineklerini otlatmak için bir araya gelip usul usul koyulurlardı yola. Önde inekler, arkada çocuklar. Önde ota doymamış ve de doyacağa da benzemeyen inekler; arkada oyuna doymamış, doyacağa da benzemeyen çocuklar… Hangisi daha aç bilinmez… Bu kafileye bazen amcamla, bazen de tek başıma katılırdım.
Gidilecek yer akşamdan belli olurdu. Aileler, inekleri nereye götürmeleri gerektiği konusunda baskı yapmazdı çocuklara. Gittiğimiz her yerde o yere özgü oyunlarımız vardı. Mesela gidilebilecek dört ayrı dere vardı. Bu derelerde balık tutup yüzerdik. Öğle saatlerinde inekler de gölgeliğe çekilir ve iki üç saat geviş getirip dinlenirlerdi. İşte günün en güzel saatleri o saatlerdi çocuklar için.
Güzel ve derin göllerde çeşit çeşit oyunlar icat ederdik. Her gölün oyunu farklıydı. Atlanabilecek yeri olup olmadığından derinliğine, berraklığından ısısına kadar birçok etken vardı oyunları seçerken dikkat ettiğimiz. Göller dışında gittiğimiz otlaklarda da başka başka oyunlar oynardık: Çöte, çelik, ağaç dallarında kovalamaca, yağmurlu ve nemli havalarda kazık. Hatta gizli gizli yaptığımız domino taşlarıyla domino bile oynardık.
Gizliydi çünkü bu tarz oyunların genel bir adı vardı: Kumar. Parasına oynamazdık ama ufak da olsa bir bedeli vardı yenilmenin; inekleri kontrol etmek gibi. Bazen öyle oyunlarımız olurdu ki çocukların oyun adına hayvanlara ne çeşit işkenceler yapabildiğine şahitlik ederdim. Onların yaşam alanlarına girer, ipe sapa gelmez oyunlar icat ederdik.
Mesela gördüğümüz bütün yılanları öldürürdük. (Bu durum çocuklara özgü idi. Büyükler, zarar verme ihtimali olmayan ve yaşam alanı dışında kalan canlılara karışmazlardı.) Ellerimizdeki sapanlarla vurabildiğimiz bütün kuşları vurur, “kuyruklu otu” adını taktığımız bir otla deliklerinden akrepleri çıkarıp birbirleriyle ölümüne kavga ettirir, birinci olan akrebi kuyruğundan bir dala asıp sapanla vurma yarışı yapardık. O zamanlar bunlar müthiş birer eğlenceydi bizim için. Şimdi anlıyorum nasıl bir katliam yaptığımızı.
Herhangi bir yer ya da olay anında gözümüzü kırpmadan ve ne gibi sonuçları olacağını hesap etmeden dalardık tehlikeli işlere. Uçurum kenarlarında gezinmekten, dibi görünmez sulara balıklama dalmaya; bizi bir ısırıkla öldürebilecek yılanlarla oynamaktan, akrep dövüşlerine, hatta ağaçların dallarında kovalamaca oynamaya varıncaya kadar… Olağanüstü bir sinerji oluşturuyordu bu çocuklar kendi aralarında.
Akşam eve dönme vakti herkes için hüzünlüydü. Böyle olsa bile akşam içinde eğlencemiz eksik değildi. İnekler eve bağlandıktan sonra herkes yemeğini yer ve biraz dinlendikten sonra dışarı çıkardı. Saklambaç, ılık taş, Kerim’in kahvesinin önünde gençlerin yarı erotik muhabbetlerinin anlam verilemez çekiciliği vesaire…
Henüz tam anlam verilemeyen konuşmalardaki o büyü, müthiş bir gizem… On bir yaşındaydım ve bu konuşmaların neden hoşuma gittiğini henüz bilmiyordum. Öğrenme isteği… Sanki gençler kendi içlerinde gizli bir kardeşlik anlaşması imzalamışlar ve bir kulüp kurmuşlardı. Hiçbir soruya cevap vermezlerdi. Hatta o gizemli ayrıntıları biliyor olmanın gururuyla ufak yollu dalga geçerlerdi.
Öyle bile olsa küçük bir organizasyonla gençlere ait bu gizemli dilin etkisinden kurtuluverir, kovalamacadan saklambaca bir dizi oyundan birinin akımına kapılıverir, o yarı erotik muhabbetlere kolayca sırtımızı dönüverirdik. Annemiz dışında hiçbir kadın vazgeçilmez değildi. Küçük bir çocuk olsam da bu pervasızlığın bir gün son bulacağını biliyor gibiydim. Bir akşam, bir sabah, bir gün işte… Hangi gün olduğunu bilmeden.
Derken bir gün akşamdan, sonraki gün için benim çok sevdiğim bir göle gitmeye karar verdik. Bu güzel bir haberdi işte. En sevdiğim yerlerden biridir hâlâ orası. Suyu pırıl pırıl, üstelik otu bereketli bir güzergâh. İnekler ota, biz oyun ve balığa doyacaktık. Sabah erkenden uyandık ve yola koyulduk. Amcamın da bizimle gelecek olması beni daha da mutlu etti. Amcamla beraberken daha fazla eğlenebiliyordum.
Yolda oyunlar, hikâyeler birbiri ardına sıralanıyor, çocuklar eğlenmekten kusma noktasına geliyor, yaşça daha küçük çocuklar da bu eğlenceden mahrum kalmamak için biraz daha büyük çocukların talimatlarıyla inekleri kah yola sokuyor, kah yoldan çıkartıp kenardaki otlardan yemeye zorluyordu. Herkes mutluydu; ineklerle uğraşmak zorunda olanlar bile.
Saat öğleye yaklaştıkça tempo artıyor, günün bir dakikasını bile boşa geçirmek istemeyen kafile göle yetişmek için sabırsızlanıyordu. Sadece bu sefer garip olan bir ayrıntı vardı bu güzergahta. Gölün yirmi metre kadar üstünde, dereye paralel bir yol açmıştı bir dozer. Önce şaşırmış olsak da buralarda böyle şeyler normaldi. Köyümüzü çevreleyen ormanları yine o köyde yaşayanlara kestirip, sigortasız, güvencesiz, “beleş” denilebilecek iş gücü sağlıyorlardı.
Üstelik bu işi özel sektör insanları değil, bizzat devlet yaptırıyordu. İşte bu sebeple bu yolu, yukarılarda başlayacak bir ağaç kesim işlemine yorup üzerine çok da düşünmedik. Hatta sevindik diyebiliriz. Bu başka bir açıdan köylünün üç beş kuruş para kazanacağı anlamına geliyordu ve dünyanın geri kalanı ile tabiat bizi o kadar da ilgilendirmiyordu.
Amcam benden iki ya da üç yaş büyüktü. Aramızda çok bir fark yoktu. Dolayısıyla muhakeme kabiliyetlerimiz çok da farklı sayılmazdı. Öğle saatlerinde göle ulaştığımızda inekler hemen bir gölgelik bulup dinlenmek için bacaklarının üzerine yattılar. Geviş getirip dinlenmenin tadına varıyorlar gibi görünüyorlardı. Biz ise hemen göle fırladık.
Oyun, çocuklardan birinin “Son giren ebe!” demesiyle başlamıştı bile. Olanca hızımla tişörtümü çıkartıp göle balıklama daldım. Bu gölde en sevdiğim dalma biçimi buydu. Derinliği bu dalışa çok uygundu. Derinlik kaygısı gütmeksizin daldığımdan suyun içinde herhangi bir hamle yapma gereği duymadım. Çakılma ihtimalim sıfırdı. Ama ummadığım bir şey yaşadım…
Kafama bir şey değdi gibi hissettim. Burnumdan kaynaklı gibi algıladığım garip bir tat sardı genzimi. Gözlerim kapalıydı. Neler olduğunu anlamak için gözlerimi açtım. Hiçbir şey görünmüyordu. Her yer kıpkırmızı. Bir anlam veremedim ve suyun yüzüne doğru çıktım. Amcam ve diğer çocukların bakışları birden benim kafamda toplanıverdi. Gölün yüzeyinde kandan oluşan bir tabaka oluşuvermişti. Amcam hemen kafamdan tutup neler olduğunu anlamak istedi.
Suyun dibine çakıldığımı o an anladım. İlk aklıma gelen ise yirmi metre yukarıda açılan yol oldu. Bunu nasıl da hesap edememiştim! Dozer yol açarken dereye taş itmiş olmalıydı. İşte o taşlardan biri de bizim bu derin gölümüzün içine yuvarlanmış olmalıydı.
Kafamdaki kırıktan çok oyunun daha başlamadan bitmesi beni üzüyordu. Olayın ciddiyetinin farkında değildim; amcam ve diğer çocukların farkında olmadığı gibi. Oyun devam edecekti muhtemelen. Tabii ben eve gönderildikten sonra. Yaşça benden bir yaş küçük olan İbrahim’le yola koyulduk… Yolda çok fazla kan kaybetmekten olsa gerek sürekli başım döndü. Bayılsam İbrahim’in yardım getirmesi en az iki saat sürerdi. Ama bayılmadım ve eve ulaşmayı başardım.
Oyun benim için bitmişti. Hatta oyun o yaz boyu benim için bitmişti. Kafama, bugün bile izini taşıdığım bu kırık için yedi dikiş atıldı. Doktor, gerçekten büyük bir risk atlattığımı, kafamdaki bu kırığın çok derin olduğunu söyledi.
Şimdi düşünüyorum da o olay yaşamımı çok etkilemiştir benim. Artık yaşadığım hiçbir şeyi çevreden bağımsız düşünmüyorum. Her ne yaparsam yapayım, uzak görünen ihtimalleri bile işin içine katma eğilimindeyim. Bazen bu durum gereğinden fazla temkinli olmama bile sebep olabiliyor.
Hatta çocuklarımıza verdiğimiz ve acımasız gibi gözüken bazı cezalar konusundaki tavizsiz tavrımızın ne kadar da işe yarar olduğuyla bile bağlantılıyorum. Kafam kırıktı ve bedenim bana acıyıp olması gerekenden daha önce iyileşmedi. Kafamdaki şiş ve bandaj çıkarıldığı gün okullar açılmış ve köyden çoktan ayrılmıştık. Hayat bana bu hatamı düşünmek için uzunca bir süre tahsis etmişti…
İşte bu sürede ne inek gütmeye, ne de diğer çocuklarla oynamaya gidebildim. Sürekli evde kalmak zorundaydım. Bunun hoşuma giden tek yanı dedemle sohbet edebilme şansı yakalıyor olmamdı. Dedem bazen beni ata bindiriyor, beraber ormana odun getirmeye gidiyorduk. Ben bir yerlere oturup dedemin odunları bugün bile anlayamadığım bir sistemle atın iki yanına nasıl yerleştirdiğini izliyordum.
Bunu o kadar nizami ve güzel yapardı ki anlatamam. Tabii bu işi yaparken atın hiç kıpırdamaması gerekirdi. Bazen at yerinden kımıldar, dedemin güzelce dizdiği odunlar da yerlere saçılırdı. Dedem olanca hoyratlığıyla bir küfür savurur ve odunları dizmeye en baştan başlardı. At, dedemin küfürünü, kızgınlığını anlamış gibi hiç hareket etmezdi.
Odunlar yüklendikten sonra atın en tepesine de beni bindirir, yuları eline alır, atın önü sıra evin yolunu tutardık. İşte bu anlarda dedemle doyumsuz sohbetimiz başlardı. Eve gidene kadar bana yine hikâyeler anlatır, sorduğum sorulara cevaplar verirdi. Bazen de yıllar sonra Çekiç Ali’den olduğunu öğrendiğim türküleri, uzun havaları, aynı Çekiç Ali gibi söylerdi.
Bugün Çekiç Ali dinlerken hayaller dünyasında gezinip dedemi düşünmem bundandır. Bana bir şeyler öğretmeye çalıştığı hissine hiç kapılmadım. Sadece yapardı. Ancak sorarsam cevap verir, sormadığım sürece konuşmazdı. Çok konuşmasa bile soru sormaya asla çekinmezdim. Çünkü sorduğum her soruyu mutlaka cevaplardı.
Çocuklar, her gün gidip her akşam dönmeye devam ediyorlardı. Her gün evimizin önünden geçiyorlardı. Dedemin tahtalısında onların dönüş saatini sabırsızlıkla bekliyordum her gün. Sanki bilmediğim diyarlardan geliyormuşlar gibi bir his oluşuyordu içimde. Akşam oyunlarında olamasam da muhabbetlerinde oluyordum.
O gün yaptıklarını anlatırlarken, anlattıkları yerleri hiç bilmiyormuşum, yabancıymış gibi geliyordu. Zamanın behrinde hiç oluyordu hissedilenler ve de söylenenler. Olaylarla bağlantıları kalıyordu akılda. Çocuklarla, dedemle konuştuğum milyonlarca kelimeden sadece bunlar kalıyordu…